30 Nisan 2017 Pazar

Sinemanın Hikayesi - Dünden Bugüne

  
Siyah Beyaz Kuşak – Sinemanın Hikâyesi



      1800’lü yılların sonunda yeni bir sanat formu keşfedildi. Hayallerimize benziyordu. Filmler artık multi milyarlık bir global eğlence sektörü. Ama onları yöneten gişe başarısı ya da gösteri dünyası değil. Tutku, sevgi. Bu tutkuyu bulmak için dünyayı dolaşalım sinemanın hikâyesini birlikte dinleyelim[1].
Rene Briot der ki; "Bütün öbür sanatlarda olduğu gibi sinemada da yalnızca ustalar vardır." Sinema bugününe ustaları sayesinde geldi. Tüm bu olanlar yaşanmadan önce toplumun daha yavaş dönüşümünü sağlayacak araçlar da vardı elbette. Gölge oyunları, tiyatrolar ve tek kişilik gösterimler bu araçlardan bir kaçıdır. Türkiye’de ise sizlerin de iyi bildiği Karagöz ve Hacivat günlük hayatta önemli yer tutmaktaydı. Dünya dönmeye devam ederken antik yunanda kimsenin göremediği bir şeyleri gördü Aristo; Obscura.
Kamera Obscura fotoğraf makinalarının atasıdır, fotoğraflarda sinemanın. En basit şekliyle bir duvarında küçük bir delik bulunan karartılmış bir odadır. Bu delikten geçen ışık karşı duvarda, dışarıdaki görüntünün baş aşağı gelmiş biçimini oluşturmaktadır. Bu olaya ilk kez M.Ö. 4. yüzyılda Aristo tarafından değinilmiş, daha sonra geliştirilerek resim yapımında kullanılmıştır.
                                       

                        Şekil 1      Kaynak: Sinemanın Doğuşu[2],   Kamera Obscura


Sinemanın kökeninde yer alan görüntünün retinada iz bırakması olgusu, çok eskiden, muhtemelen 10. yüzyılın sonundan beri biliniyordu. Temelini buradan alan birçok teknik gelişme bunu takip etti; Belçikalı bir fizikçi, Joseph Plateau, 1832'de fenakistiskop'u icat etti. Bu alet belli bir hareketin aşamalarını saptayan bir dizi görüntüye sırasıyla ve hızla bakıldığında gözde hareket aldanması yaratmaya yarıyordu. 1851 'de Jules Duboscq, elle çizilmiş ya da renklendirilmiş görüntülerin yerine fotoğraf kullanmayı denedi. Stereofantaskop ya da biyoskop denilen bu yeni alet sonradan birçok değişikliğe uğradı ve geliştirildi. 1853'te Avusturyalı Uchatius büyülü fener ile fenakistiskop’u birleştirerek hareketli görüntüleri bir ekrana yansıtmayı başardı. Bu düşünce sonradan, 1870'te, özellikle Bourbouze ve Heyl tarafından yeniden ele alındı. 1892'de Thomas Edison kinetograf adlı bir çekim makinasının telif hakkını tescil ettirdi. Ne yazık ki filmleri görmeyi sağlayan kinetoskop görüntüyü ekrana yansıtma olanağından yoksundu; çünkü bu alet, filmin bir büyütecin ardında düzenli bir hızla döndüğü. Bir kutudan ibaretti. Bu yüzden görüntüler küçüktü ve ancak tek bir seyirci tarafından izlenebilmekteydi. Thomas Edison ile başlayan serüvende Sinematografı icat etme onuru Fransız kardeşler Louis ve Auguste Lumiere’e aittir. Sinema tarihinin mihenk taşları sayılan Lumiere Kardeşler Yedinci Sanat’ın ilk ustalarındandır.

 Sinema makinası bir projeksiyon aleti olup, film kamerası tarafından kaydedilen seri haldeki görüntüleri ekrana yansıtır. Görüntüler gözün fark edemeyeceği hızla değiştiği için, ekrandaki görüntü hareketli zannedilir. Bu hadise güneşe çok az bakıp gözünü kapatan bir kişinin gözünde, bir müddet karartı izinin devam etmesi esasına dayanır. Sinema makinasının prensip olarak ışık üreten bir lambası, ışığı yansıtan reflektörü, film şeridini belli bir hızla hareket ettiren mekanizma, film hızı ile koordineli olarak ışığı kesip tekrar açan, döner diyafram mekanizması ve mercekleri vardır. Işığın kesilip açılma sayısı saniyede 24 veya 48 adettir. Bu sayılar ışık titreşimini azaltmak içindir.

                                              

                              Şekil 2   Kaynak: Sinemanın Doğuşu,    Kinetoskop


Lumiere Kardeşlerin kamuya açık ilk gösteri 22 Mart 1895'te, Bilimler Akademisi Başkanı, astronom Mascart'ın başkanlık ettiği Ulusal Sanayiyi Özendirme Derneği üyeleri önünde yapıldı. Lumiere'in sinematografı, aynı yılın 28 Aralık tarihinden itibaren Paris'teki Grand Cafe'nin bodrum katında halka açık gösterilerde kullanılmaya başladı. Fakat o zaman ki insanlar neye şahit olduklarının ve Lumiere Kardeşlerin ne yaptığından kimsenin haberi yoktu.

 İlk sinema sadece siyah beyaz hareketli görüntüden ibaretti. Sessiz sinema döneminde Lumiere Kardeşler daha çok günlük hayatı konu alan ve aktüalite filmler yaptılar. Bu filmler daha çok ticari amaçlı yapımlardı. Ticari gelenekten kopartan ve sinemanın asıl gücünü veren yönetmen Georges Melies oldu. 1902 yılında çekilen Aya Yolculuk filmi bugün dahi kullandığımız sinema teknikleri ile bizlere armağan edilmiş oldu. İlk sinema filmleri tiyatrolardan uyarlanarak çekildi. Ardından bu alanı romanlar doldurdu ve gelişimi sınır tanımadan devam eder oldu. Dünya tarihini değiştiren I.Dünya Savaşı sinemanın yeni yollar ve kendi kendini keşfedecekti. Fransa da başlayan fakat savaş nedeni ile düşüş trendine giren alan Amerikan sinemasını güçlendiriyordu. 1914'ten başlayarak Amerikan film piyasasına hakim oldular ve Los Angeles'in yirmi km kadar dışındaki, iki yüz nüfuslu, küçük bir yerli yerleşim merkezinde, Hollywood'da şirketler kurdular. Bu yer dünya sinemasının başkenti, "sinemanın Mekke'si" olacaktı. Bu süreçte hayatımıza birçok usta girecek ve bir daha çıkmayacaktı;  David Wark Griffith, Thomas Harper, Buster Keaton, Max Linder, Charlie Chaplin ve sayamadığım onlarca usta her birinin yeri hatırı sayılır kalacaktır.

          7.Sanat Sinema Kulübü olarak bir grup öğrenci ile İstanbul Üniversitesinde faaliyet göstermekteyiz. Kulübün bu yıl etkinlik takvimine günümüz dijital formatından uzaklaşıp 1976 yapım Sinema Makinesi ile sinemanın önemli dalı olan canlandırma sanatı, bilinen adıyla çizgi film, gösterimi yaptık. Bir an olsun bulunduğumuz dünyadan ayrıldık ve makinenin büyüsüne kapılarak nostalji yaptık. 8 mm film şeritleri ile Tom ve Jerry, Asteriks ve Sheep Dog çizgi filmlerini gösterdik. Önemli görüyorum ki ilk çizgi film videosunu yazının altında bulacaksınız[3]. Dünden bugüne sinema gelişmeye devam ediyor. Bu süreç devam ettikçe umutlarımız, hayallerimiz ve dünyamız yenileniyor. Bu büyüye karşı koymak söyle dursun hayatımızdan çıktığı zaman eksikliği yaşam enerjisiyle aynı oranda oluyor.(Benim için en azından) Bu enerjiyi ben Lumiere Kardeşlerde buldum. ‘’Lumiere’’ Fransızca ışık anlamına gelir. Onların ışığı bugün bile bize yansımaya devam ediyor. Eğer Lumiere Kardeşlerin bu bilim merakları ve yaşamı yansıtma tutkuları olmasaydı biz bugün bunların hiç birini yapamayacaktık. Bu yüzdendir ki önlerinde saygıyla eğilmekten kendimi alamıyor ve onları canı gönülden alkışlıyorum.  




[1] The Story Of Film An Odyssey
[2] megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/...pdf/Diğer%20Ülke%20Sinemaları.pdf
[3] https://www.youtube.com/watch?v=aEAObel8yIE

20 Nisan 2017 Perşembe

The Black Hole - Duygular Zaaflık Mı? Güç Mü?




The Black Hole - Kara Delik

İnsan duygularını dizginlemekte çeşitli yöntem geliştirmiş ve çağlar boyunca uygulamıştır. Din, kültür, gelenek ve görenekler bir yönü ile duygularını isteklerini dizginlemek veya dile getirme yöntemleri olarak alanlar yaratmıştır. Öyle ki bazı duygularımız hiçbir zaman kalıplara sokamaz ve dizginlenemez. Açgözlülük, sabırsızlık hatta güzel duygularımız; aşk, zamanla heyecan, ölçüsünü kurmakta sıkıntılarımız olmuştur. Kara Delik kısa filminde açgözlülüğün ve anlık kararı ile duygusunun hemen dile gelip bunu faaliyete geçiren insanın sonunda kapalı kalacağı bir kutu her zaman olacaktır. İki buçuk dakikada ne anlatılır, neleri resmeder gibi sorularında ışında anlatılan ve kurgulanan kısa film bizlerin zayıf kör noktasına dikkat çekiyor. Konusu ve kurgusuyla iki buçuk dakika boyunca izleyiciyi hem eğlendiren hem düşündüren bir yapıya sahip olan film bana birazda Christopher Nolan vari bir yaklaşım geldi.

Anlamış olacaksınız ki bu durum yatırılması veya ortadan kaldırılması mümkün değildir. Eğer bir ihtimal varsa ki oda duygusuzlaşmak olacaktır. İnsanın diğer canlılardan aklın yanında birçok karmaşık duyguyu da içinde barındırdığı zaman Sapienslerden ayrılarak insan konumuna geçiyor. Çağlar boyunca bu kompleks yapı kimi için bir zayıflık belirtisi kimi içinse gücün kaynağıydı. 1940’ların Almanya devlet adamı Adolf Hitler bunu çok iyi kullanarak insanların duygularına hitap ediyordu. Bu bir savaş yöntemi; müzik savaşlarda bu yüzden eşlik ederdi askerin savaşçıların moral seviyelerini yüksek tutar yeri geldiğinde gözü kapalı ölüme girerdi. Tarih bunu iyi kullandı. Dinlerin ilahi bir güç olarak var olması hep bizim içimizde ki güçle orantılı olageldi. Dini cemaatlerin örgütlenmesi toplumda yaygın olan anlayış dinin ne kadar kuvvetli ise o denli güçlü oldu. Fakat bu noktada iyimser davranmak akıl dışı olur. Büyük cemaatler bu zayıflık ya da güçten faydalanarak toplum üstünde baskı kurabilir ve devlet işlerinde etkili lobicilik faaliyetinde bile bulunacak güce erişebilir. Zaaflık ya da gücün bir sembolü müdür?


Meraklarınızı eşeleyin derinde kaybolma duygusunu bir kenara bırakın ve tatmin yolculuğunuz bırakın sizi götürebildiği yerleri keşfedin. Araştırma ruhu insanı çok geliştirdi. Bugünlerine insan merak ve araştırma ile geldi. Yarına yine aynı heyecanla umutla merakla bekliyor ve araştırıyor olacağız. İşte bizlerin gücü bu kanaatimce. Bizlerin açgözlülük, hırs, kıskançlık, umutsuzluk bin bir türlü negatif duyguları dizginlemek bin bir türlü pozitif duygularıma kaldı. Aşk sevgi umut sevinç yaşam gibi umut sözleri veren duyguları içinizde yeşerdiği müddetçe dizginleme başarılı olacaktır. Senaryoyu kurcalayacak olursam biraz; böyle bir kara delik bize armağan mı yoksa bela mı olacağı kişilerin inisiyatifi ile kotarılacaktır. Aslında ismini ilk gördüğümde aklım dünya dışına evrenin merkezine kadar yolculuğum başlar mı diye düşünmüştüm. Burada ki benzerlik ise resmini görmekten başka bir tanışıklığımız olmayan kara delikler hakkındadır. Evrenin bize armağanı mı yoksa bugünün penceresinden âdemi mi temsil ediyor? Sorularımız çok yaşamımız kısıtlı fakat insanlığın ömrü uzun tecrübe ederek öğreneceğiz ya da dünya dışı yaşam formları bizi buldukları an belki onlar anlatırlar bildiklerini. Bugünün ütopyasını kurmak yarının temellerini atmak gibi gelir bana hep bu yüzden hayal kurmaktan kaçınmaz bazen ütopyaları realitelere tercih ederim. Uzun lafı kısası insan kendini çözdüğü oranda dünyada yaşama devam edecek. Filme ulaşabileceğiniz adresleri dipnotta görebilirsiniz[1].  


28 Mart 2017 Salı

Whiplash; Kan, Zahmet, Gözyaşı ve Ter..



Whiplash

Churchill ülkesinin II. Dünya Savaşı’na girdiğini açıkladığı konuşmasında İngiliz halkına şu sözlerle seslenmişti:
“Size sadece kan, zahmet, gözyaşı ve ter vaat ediyorum” sözler söylendi, silahlar çekildi ve kanlar döküldü. Tarihler dönemlere aldırış etmeden akışına devam etti ve bizleri bugüne getirdi. Bu hafta üzerine kalem oynatacağım film ‘Whiplash’ ise bize kan, zahmet ve gözyaşının yanında içerdiği kaliteli müzik, sağlam sinema diliyle dört başı mamur bir seyirlik vaat ediyor.
Genç yönetmen Damien Chazelle’in, ikinci uzun metraj filmi Whiplash. Damien Chazelle, ilk başta bu filmi çekmek için gereken yeterli parayı bulamamış. Bu yüzden ilk olarak kısa bir film çekerek 2013 yılında Sundance Film Festivali’ne başvurmuş. Festival’de Kısa Film Jüri Özel Ödülü’nü kazanan filmin ardından, uzun metrajlı bir film için de sponsor bulunmuş. Uzun metrajlı film sadece 19 günde çekilirken, Sundance’e gönderilen kısa film ise 10 haftada çekilip, editlenip, Sundance’e gönderilmiş. Böylece Miles Teller ve J.K.Simmons’ın başrolleri üstlendiği film uzun metraj olarak yeniden çekiliyor.
Yönetmenin ilk filminde de, Whiplash’te ve ardından büyük ilgi gören La La Land’da da ana tema müzik. Bu tabiî ki tesadüfi değil. Damien Chazelle aslında bize en iyi bildiği dünyayı anlatmayı tercih ediyor çünkü yönetmenin geçmişinde de ciddi bir müzik eğitimi saklı. Bu serüveni üniversite yıllarından başlatmak mümkün. Filmlerindeki müzik temasına üniversiteden sınıf arkadaşı Justin Hurwitz eşlik ediyor ve müziklerini kendi basamaklarını tırmanarak besteliyor, Damien Chazelle için Hurwitz. Chazelle sanat hayatını 87. Akademi ödüllerinde aldığı En İyi Film Kurgusu dalında Whiplash ile Oscar alarak süslüyor. Bu başarı ikili için 89. Akademi ödülünde sanat hayatına taçlandıracak prestijli ödüllerle ‘La La Land’ filmi ile büyük başarılara imza atıyor.  Filmin üzerine kelimelerimi dökmeden önce küçük bilgilerle zevkli hala getirmek için birkaç konudan bahsedecek olursam;
Dünyanın en iyi davul zillerinin İstanbul’dan çıkma, ABD’de doğma olduğunu biliyor muydunuz? Dünyaca ünlü rock yıldızları, jazz müzisyenleri ve popçuların konserlerinde İstanbul ve Zildjian (Zilciyan) marka zillerin kullanıldığını görebilirsiniz. Zillerin tarihi ise Osmanlı’ya dek uzanıyor. Her şey, İstanbul'da yaşayan Avendis adlı bir ustasının 1623 yılında geliştirdiği zillerle başladı. Bu zillerin tınısı öyle güzel öyle etkileyiciydi ki, zillerin ünü kısa zamanda saraya kadar ulaştı. Osmanlı sultanları ve vezirlerin zillerin ününü duymasının ardından, Avendis'e o zamanın meslek loncaları tarafından 'zilciyan' ünvanı verildi. Zilciyan soyadını alan Avendis’in torunlarının torunları bugün ABD’deki atölyelerde İstanbul ve Zilciyan marka zilleri üretiyor ve tüm dünyaya ihraç ediyor[1].
Yönetmen, kendi geçmişinden yola çıkarak anlattığı hikâyede,  Miles Teller’ın oynadığı Andrew Neyman adlı karakteri izliyoruz. Manhattan’daki Shaffer Müzik Konservatuarı’nda eğitim alan Neyman, gelmiş geçmiş en iyi davulculardan birisi olmak için canla başla çalışmaktadır. Alelade bir orkestrada çalarken bir gün talihi döner(!) ve J.K.Simmons tarafından canlandırılan, okuldaki herkesin saygı duyduğu, aynı zamanda da önünde korkuyla titrediği profesörün ekibine seçilir. Terrence Fletcher adlı profesör öğrencilerini hem duygusal, hem de bazen fiziksel olarak zorlamasıyla bilinen bir öğretmendir. Büyük bölümü kapalı mekânlarda, çoğunlukla ruhsal ve fiziksel çatışma halindeki iki başkarakterinin yakın plan çekimleriyle geçen, beylik klişelerle de oynayan film, sanatta mükemmeliyeti yakalamak uğruna katlanılacak çabaların sonu var mıdır ya da iyi-vasat sanat yapmaktansa bu işi sürdürmekten vazgeçmek mi gerekir sorularını da getiriyor seyircinin aklına.
 Öte yandan onun elinde yetişen herkes çok önemli yerlere gelmektedir ve öğrenciler de onun bu zorlu disiplin sürecine mümkün olduğunca katlanmaya çalışmaktadır. Durumun farkında olan Andrew mükemmelliği yakalamak adına kendi kabuğuna çekilir. Hırsı ve Fletcher’in sinir bozucu kusursuzluğu Andrew’e küçük başarı getirmiş ve orkestra ile caz yarışmasına katılma hakkı kazanır. Caz yarışmasına giderken, Andrew'ın otobüsü bozulur. Yarışmaya yetişmeye çalışan Andrew, bir araba kiralar ama bateri çubuklarını araba kiralama acentesinde unutmuştur. Çubuklarını almak için telaşlı bir şekilde tekrar yola çıkan Andrew dönüş yolunda kaza yapar. Arabanın enkazından sürünerek çıkan Andrew ağır yaralı bir biçimde sahneye çıkar. Yaralarından dolayı çalamaz hale gelen Andrew, Fletcher tarafından gruptan çıkartılır. Bunun üzerine Andrew sahnede, jürinin gözü önünde Fletcher'a saldırır ve zorla sahneden indirilir. Fletcher’in zorlama sonunda ortaya çıkacağına inandığı kusursuzluk arayışı fiyaskodur. Bu zorlu disiplin öğrencileri üzerinde depresyona itici psikolojik duruma da götürebilmektedir.



 Nitekim Fletcher’in baş bateristi Sean bir kaza sonucu ölmektedir. Fakat ailenin avukatı durumun Fletcher ve baskısından kaynaklandığını dile getirir. Avukat Andrew'a, Sean'nın aslında araba kazası sonucunda ölmediğini, Sean'ın intihar ettiğini açıklar. Sean kendini asmıştır çünkü Sean'da Fletcher'ın sınıfına girdikten sonra anksiyete ve depresyon baş göstermiştir. Andrew mahkemede Fletcher alehine tanıklık yapar ve böylelikle Fletcher Shaffer'dan atılır ve öğretmenlikten men edilir. Fletcher durumu öğrenir ve artık Andrew’i daha fazla kırma yolunda Andrew’e bir teklif götürür. Sahneye çıkan grubu yönetmeye başlayan Fletcher, gruba Andrew'da notasının bulunmadığı bir şarkı çaldırır. Fletcher, Andrew'un yanına gelerek onun kovulmasına neden olan ifadeyi kendisinin verdiğini bildiğini söyler ve böylelikle Fletcher Andrew'dan intikamını almaktadır. Andrew oldukça küçük düşmüştür sahneyi terk eder, ama sonra sahneye geri döner seyirciyle konuşan Fletcher'ı bölerek bir anda Caravan'ı çalmaya başlar. Grubun geri kalanı Andrew'a katılır ve birlikte Caravan’ı çalarlar, sürpriz bir şekilde bir süre sonra Fletcher'da grubunu takip eder. Andrew performansını muazzam bir bateri solosuyla bitirir; final, aralarındaki psikolojik mücadelede hocasını yenilgiye uğratan Andrew’ün zaferi midir yoksa uyguladığı baskı yöntemlerin sonuçta işe yaradığını gören, konservatuvardan uzaklaştırılmış sert hocanın yengisi midir? Başarmak-kazanmak hırsının bireyüstünde bıraktığı etkilere dair, gerçekten bu iz bırakan, sarsıcı ve sıra dışı film işte böylesi düşüncelere gark ederek uğurluyor seyircisini.
Andrew –Fletcher ilişkisinden yola çıkarak: Sanatta iyi gerçekten de mükemmel’in düşmanı mıdır? Vasat ya da iyi olmaktansa pes etmek mi gerekir? Mükemmel olamayan sanatçının sanatsal çabalarının hiçbir kıymeti yok mudur? Tüm bunların ötesinde, söz konusu sanatsal mükemmeliyetin sağlanabilmesi adına yapılacak fedakârlıkların bir sınır var mıdır? gibi soruları bizim kucağımıza bırakırken kendi cevaplarını film içinde verdi yönetmen. Mutlaka her eğitimci bu filmi izlerken bu soruları soracak ve dünyanın bir yerinde bu yöntemleri hala uygulayan, bunu da başarı ya da mükemmellik gibi kavramlara ulaşmak adına yaptığını söyleyen Mr. Fletcher’lar olduğunu bilecek. Yönetmen de bunun bilinciyle hikâyenin finalini sertliğinden taviz vermeden kusursuz bir şekilde yaptı. Chazelle, son sahneyle başarı hikâyelerini ve buna giden yolu tamamen kutsamadığı gibi bu durumun çekiciliği de inkâr etmedi. Tüm bunları söylerken başarı ve mükemmellik adına Andrew gibi öğrencilerin maruz kaldıkları ya da bırakıldıkları çileyi ise olanca çıplaklığı ile aktardı.
Uzun lafın kısası; hayatınızda elinize baget almamış olabilirsiniz, sadık bir müzik dinleyicisi bile olmayabilirsiniz ama Whiplash, sizi bir yerden (büyük ihtimalle kalbinizden) yakalayacak, avucunun içine alacak ve favori filmlerinizden biri olacak. Demedi demeyin mutlaka izleyin!







[1]Radikal Gazetesi; http://www.radikal.com.tr/radikalist/whiplashi-oscarlik-bir-film-yapan-7-ayrinti-1276012/

5 Mart 2017 Pazar

Yalnızız...



Yalnızız – Peyami Safa

Kitaplar vardır değer yaratır kafanda oluşan sorular silsilesine bir anda yanıt bulur. İşte bu yazarımızın romanı da benim için öyle oldu. Bundan sonra ki adımım yazarın bütün kitaplarını almak olacak. Yazın akışına geçmeden önce Peyami Safa’nın romanına verdiği ismi yorumlayan Agâh Sırrı Levend’in ‘Yalnızız’ adlı makalesinden yalnızlık olgusuna dikkat geçmek isterim;
Öz yurdunda doğup büyüdüğü şehrin uğultulu hayatı içinde kendini yapayalnız bulan insan! Bu, toplumdan kaçan ezelî küskün müdür? Yoksa günlük didişmelerin yükü altında bunalıp da, dinlenme ihtiyacıyla yalnızlığa gömülen edebî yorgun mudur? Hayır, hiçbiri değil; belki tamamıyla tersine olarak, ruhunda ideal hasreti yanan “yalnız adam”dır. [....][1]

Olumsuz bir hava yaratan yalnızlık temalı roman sanırız başlarda. Fakat ilerleyen bölümlerde kitabı süsleyen Safa bilgisini gerçekten kullanmış diyor insan. Ana fikri aslında yıllardır okutulan ve öğrenilen edebiyat bilgilerden farklı değil; Doğu- Batı sentezi. Tabi bunu yapmakla haksız sayılmazlar. Zamanın sürekli devinim içinde olduğunu göz önüne alacak olursak o dönemin atmosferi ve kültür ortamı bu gibi kavramlar etrafında dönüyordu. Doğu- batı sentezi, psikolojik ruh tahsilleri ve batının bizim ülkemizde ki etkileri daha çok gündemde tutulmuş. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi değerli yazarlımızla aynı dönemi paylaşan Cumhuriyet Dönemi yazarımız Peyami Safa’da bu gibi konularda roman, deneme, piyes ve hikâye çalışmaları olmuştur. Peyami Safa’nın romanlarını en önemli özelliği ruh tahlillerine önem vermesidir. Yukarda bahsettiğim, Tanzimat Döneminden gelen batılılaşma sorunu doğu-batı gibi sorunları eksen alan Cumhuriyet yazarlarımız üretkenliğini farklı alanlar yaratarak da kullanmıştır. Buna iyi bir örnek olacak ‘Yalnızız’ yerleşmiş inançlar ve yeni değerler çatışmasını yaşayan insanın buhranlarını yansıtır.

Yazarın tercihi doğrultusunda romanda olay örgüsü ikinci planda kalmış; hayatın kronolojik sırasında değil, psikolojik yapısına bağlı ilerlemiş. Romandaki kişiler gerçek hayatta buluna bilir karakterlerdir. Akademi camiasında birçok tartışmayı tetikleyen eser, araştırmalara konu olmuş ve kişiler üzerinde roman üzerinde oldukça çalışmalar görmek mümkün. Örneğin Besim karakterini ‘Sempatik hedonisti’ şeklinde devam eden incelemeler mümkün[2]. Benim odaklanmak istediğim özellikle bir bölüm var. İlerleyen sayfada özetini vereceğim fakat her özette beni kitaba biraz daha yiten ‘Simeranya’ anlatılmıyor. Peyami Safa bir başka karakter olan Samim üzerinden kendi kimliği ve kişiliğini yansıtıyor. Samim bilgili okumuş ve ütopyası olan birisi;
Simeranya! Bu da, romanınızın kahramanlarından Samim'in tasavvur ettiği yeni bir dünyadır; "bugünkü insanın kendi kendisi hakkındaki telakkisinden, bilgisinin temellerine metotlarına ve bütün sosyal müesseseleriyle değer sistemine kadar baştanbaşa inkılaba muhtaç bir dünyanın huzursuzluğunu duyan bir adamın, yüz elli yıl sonraki tekâmül imkânlarını düşünerek tasarladığı muhayyel bir ülke"dir. Kendini yalnız ve başkalarından farklı bulan Samim, bu hayal ülkesini sırası geldikçe kardeşine, yeğenine ve sevgilisine anlatır. Bu ülkede: "bütün zıtlıklarımızı tasfiye eden bir ahenk" vardır. "Simeranya ‘da insanın ruhu, bugün sanıldığı gibi bir iç dünya değildir. Havayı dolduran ve gizliliği kalmayan bir mana kesafetinin fertler tarafından massedilişi ve bütün 1Jarlıldarın birinden ötekine intikal hadisesidir... Orada maddenin katılaşmış bir ruh ve ruhun beş duyumuzca idraki mümkün olmayan ince bir madde olduğu kabul edilmiştir...
" Samim, tasavvur ettiği bu yeni ülkedeki öğretim ve eğitim nizamını şöyle anlatıyor: "Simeranya ‘da her seviyeye göre okuma salonları, laboratuvarlar, atölyeler, müzik, tiyatro, sinema ve spor evleri vardır. Her yaşta insanlar bunlara devam ederler. Her merak ettikleri mevzu kendileri etüt eder ve öğrenirler. Çocuklar ve gençler için, araştırma metotları gösteren kılavuz-öğretmenler vardır. Bunların vazifeleri öğretmek değil, öğrenmenin yolunu öğretmektir. Çünkü Simeranya pedagojisi, insanın bütün hayatında öğrendiği şeyleri ancak kendi istediği zaman ve kendi aratmaları neticesinde öğrendiğini bilir.[3]

Yalnızız romanı klasik olay örgüsü ile başlamaz. Yani romanın meselesi okuyucuya en başından anlatılmaz. Yazar, romana hızlı bir girizgâh yapar ve okuyucu kendisini olayların ortasında bulur.[4] Mefharet Hanım ile Besim kahvaltı sofrasında Selmin’in Samim’den yani dayısından hamile kalıp kalmadığına dair şüphelerini tartışırlar. Böylece okur bir anda romanın içerisine dâhil edilmiştir. Karakter romanın başında tanıtılmaz. Roman ilerledikçe okuyucu, karakterleri tanımaya başlar. Roman üç ana bölümden meydana gelir. Bu ana bölümlerin alt bölümleri de vardır. Birinci bölüm Samim’in ablası Mefharet Hanım ile Besim’in, Selmin’in kimden hamile kaldığını öğrenme çabaları ile başlar. Mefharet Hanım ile Besim Samim’den şüphelendikleri için onun içerisinde ütopik bir dünya olarak hayal ettiği Simeranya’nın da olduğu defterini okurlar ve aslında Samim’im Selmin’in okul arkadaşı olan Meral için yazdıklarının Selmin için yazıldığı fikrine kapılırlar. Selmin, nişanlısı Ferhat’ın annesi ile yaşadıkları bir tartışmadan sonra evden kovulmasının intikamını almak için Ferhat ile işbirliği yapmıştır. Kurdukları tuzağa göre Samim’i Ferhat’ın kardeşi Meral’den uzaklaştıracaklardır. Selmin’in hamile gibi davranması da bu oyunun bir gereğidir. Fakat Samim bu oyunu anlar ve Selmin ile işbirliği yapar. Ondan Ferhat’ın planlarını ve Meral’in kendisine söylediği yalanları öğrenir. Romanın ikinci bölümünde ise olay örgüsünün felsefî bir boyut kazandığını görürüz. Özellikle bu kısımda olaydan çok durum tasvirleri, iç konuşma ve bilinç akışına rastlarız. Simeranya’nın boyutları da yine bu bölümde karşımıza çıkar. Bu bölümde Samim, bir Fransa hayranı olan Meral’i kendi değerlerinin çemberine çekmek istemektedir. Meral için Fransa ve lüks önemli bir yer teşkil eder. Meral materyalisttir. Maddenin onun hayatında önemli bir yeri vardır. Samim, Meral’in bu tutumunu çok iyi bilmektedir ve onu bu durumdan kurtarmak ister. Samim’in bütün uyarılarına rağmen Meral, Samim’in ikinci ben dediği materyalist tarafının esiri olmaktan kendini kurtaramaz. Meral’in okul arkadaşı Feriha yaşlı ve zengin bir adamla evlenip Paris’e yerleşmiştir. İstanbul’a döndüğünde ona da yaşlı Şakir Bey’i bulduğunu ve onla evlenip Fransa ‘ya gelmesi gerektiğini telkin eder. Meral tutkularının esiri olmuştur ve Samim’in yaptıkları onun üzerinde gereken tesiri göstermez. Samim’e yalanlar söyleyerek Feriha’nın yönlendirmeleri ile bir hayat yaşamaya çalışır. Samim, Meral’in söylediği bütün yalanları eninde sonunda anlar. Samim bu yalanlara daha fazla dayanamaz ve Meral ile olan ilişkisine son verir. Meral bu sondan sonra kendisini tamamen ikinci benliğinin hâkimiyetine bırakır. Bu bölümün sonu Samim’in, Meral’in annesi Necile’ye yaşadıklarını ve Meral’in yanlışlarını anlatmasıyla son bulur.

Yalnızız romanının son kısmı ikinci bölüme nazaran olayların hızlandığı ve hareketli bir bölümdür. Bunun en önemli sebebi bu bölümde romanın sonuna yaklaşırken bazı düğümleri yazarın çözme isteğidir. Burada Meral, abisi Ferhat’ın kendisine uyguladığı baskıdan tamamen bıkmıştır ve Feriha ile Paris’e kaçma planları yapar. Ferhat ise bu durumun farkına varmıştır. Bu yüzden Meral’i eve kapatıp, anahtarı saklar. Kaçmaya hazırlanan Meral, karşılaştığı durum karşısında intiharı düşünür. Meral, çakmağa benzin doldurmak için şişeyi eline aldığında bir kısmını eteğine döker. Tedirgin bir şekilde çakmağı ateşler ve eteğinin alev alması sonucunda yanarak ölür. Olayı haber alan Meral’in annesi Necile de geçirdiği kriz sonucu ölür. Roman böylece trajik bir sonla biter. İki bilinci arasında kalan Meral en sonunda ahlaki yönünün değil nefsinin ağır basması sonucu benliğin esiri olarak trajik sona ulamıştır. Meral ile birlikte “yalan ve sahte olan gitmiş; iyi ve güzel olan Samim’le birlikte kalmıştır.”

Peyami Safa’nın Simeranya’sı Hermann Hesse Kastalya’sına benzetilir ve arasında ki ütopik ilişki sürekli gözler önüne serilir. İki yazarımızda kendi yarattıkları yazarların ağzından zamanın eğitim anlayışını sert biçimde eleştirir. Çok sevdiğim ve bizim de günümüzde sancılarını çektiğimiz ezberci sistemi öyle eleştirir ki o yazarken ben seviniyorum.  Modelleme iki yazar üzerinden gidersek daha iyi anlayacaksınızdır. Hermann Hesse’nin Boncuk Oyunu kitabından bir alıntı yapacak olursam;
“Kastalien’de gençler, kutupluluk ilkesine inanmış bir sistem içinde yetişirler. Akıl ve duygu karşıtlığına uygun düşecek bir öğretime: Matematik ve müziğe başvurulur. Eğitim aracı olarak düşünülen boncuk oyunu, matematik ve müzikle bir oyun rahatlığı içinde çıkar gözetmeyen bir anlayışla uğraşma anlamındadır.”[5]


Simeranya ‘da Peyami Safa’nın tasavvuru ise şöyledir;
“ Çocuklar ve gençler, öğleden sonra istidatlarına göre, ayrı ayrı meslek şubelerinde staj görürler. Parazit değildirler. Büyüklere yardım ederler ve bir çıraklık devresi geçirirler.
- İstidatları değişirse?
- Mesleklerini de değiştirmek haklarıdır.  Bu istidatları tayin eden mükemmel testler vardır. Daha ziyade iş hayatındaki davranışlarına bakılır. Öğleye kadar ve isterlerse geceleri nazari araştırmalar ve incelemeler yaparlar. Fakat zorlama yoktur. Çünkü orada insan bir makine adam ve bir otomat değil, kabiliyetlerinin serbestçe gelişmesine her yaşta ve her meslekte imkân verilen manevi bir şahsiyettir.”

Görüldüğü üzere Peyami Safa Yalnızız romanı üzerine oldukça kafa patlatmış durumda. İlgi alanım Ütopya olunca aslında romanın vermek istediği öncelikli mesajlar arka planda kaldı. Konusu itibariyle psikolojik tahlil ve insanoğlunun yerleşik algısı ve yeni algısı arasında ki ikilemdir. Burada Selmin olsun Samim olsun bu gibi kişilerin batı dünyasının ülkeye ithalatıyla beraber giren çeşitli evresini görürüz. Manevî değerlerin zayıflaması sonucunda, insanın içine sürükleneceği açmazın, materyalist yaklaşımlarla çözümlenemeyeceği gerçeğini kabule yanaşmayanların, eninde sonunda yalnızlığa düşüp hüsrana uğrayacağı gerçeğini konu edinir. Bu bağlamda çözümsüzlüğü yaşayan bireyler sonunda yalnız kalacaklardır. Bu yalnızlığın giderilmesinin tek yolu, oluşturulacak yeni bir felsefeyle yaratılacak dünya görüşüdür. Samim karakterinin metinde çok sayıda alıntılama yaptığını görüyoruz. Etkilendiği bilim ve düşünce adamlarından alıntılamalar yapan Samim, Abdülhak Hamid, Friedrich Nietzsche, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Fuzuli, Jean-Jacques Rousseau, Johann Wolfgang Goethe, Konfüçyüs, Martin Heidegger, Pierre Loti, Platon, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal gibi isimleri anar. Bizi her yönden cezbeden romanı okumak hiçte zor olmadı. Araştırmalarım sonucu ortaya çıkan tablo biraz detaylı oldu. Tanıtımdan çok tahlil, incelemeye döndüğünün farkındayım. Fakat inanın sizde bir o kadar seveceksiniz. 1992 yapım sinema filmi beyaz perdeye aktarılmış. Fakat hiç ilgi görmemiş aksine beğenilmeyen filmler listesinde yer almış. Bir gün çok boş kalırsanız izleyebileceğiniz bir videoyu yazının altıda paylaşacağım. Şimdiden iyi okumalar.






[1] http://www.tdk.gov.tr/images/css/TDD/1952s6/1952s6_08_A_S_LEVEND.pdf
[2] http://www.idildergisi.com/makale/pdf/1438012175.pdf
[3] http://www.tdk.gov.tr/images/css/TDD/1952s6/1952s6_08_A_S_LEVEND.pdf
[4] http://www.turkishstudies.net/Makaleler/863073017_22_do%C4%9Fanerveysel_335-351.pdf
[5] Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Kayseri. Yrd. Doç. Dr. Hüseyin ARAK, HERMANN HESSE’NİN BONCUK OYUNU VE PEYAMİ SAFA’NIN YALNIZIZ ROMANLARI’NDA EĞİTİM ELEŞTİRİSİ

28 Şubat 2017 Salı

Yeryüzü'nün Belgeseli


Belgesel Kuşağı-Planet Earth

        İzleyenlerine yaşattığı duygu ve düşünce deneyimi ile gönlümde taht kurmuş bir belgeseldir. İnsanın yüzyıllar boyunca var olagelmesi ile başlayan yaşam mücadesi,  süreçte ki yalnızlığı ve yalnızlık kaderini yenememesi. Yaşadığımız gezegende  bitkisinden hayvanına, canlısından cansızına doğa ile yaşam mücadelesi sürmüştür/sürecektir. Biz insanlar doğa ile ahengimizi yıllar önce bozmuştuk. Bu serüven yerleşik hayata geçmekle başlayan ve Sanayi Devrimi ile günümüz teknoloji çağında varlığını sürdürme çabasındadır. Birçoğumuzun sürekli bu durumu eleştirmesi ve önlemleri hakkında tavrı zıt düştüğü gözler önünde olsa gerek.(ki bu durumdayız hala) Yaşam felsefesini kendi yaratan insan bu süreçte doğal yaşama ayak uydurmada oldukça geri de kalmış. Dünyanın sadece bizlerin tasarrufu yapma hakkı olduğu kadar unutmayın ki diğer canlılarda bizim kadar yaşama ve hayatta kalma hakkı vardır. Göz önüne aldığımız kavramlar tamda burada netleşmeye başlıyor. İnsan ve Doğa. Kavramların kapsamı hiç birimizi dışında bırakmadan sorgulanacak. Belgesel boyunca bu gözle baktığınızda bizlerin hayatta kalma mücadelesi, onlardan farklı olmadığı ilk aklınıza gelenler arasında olacaktır. Benim gözlerimi açan doğa ve tabiat varlılarının içini dolduran bir empati yumağı almaya başlıyor. Belgeselimiz 11 bölümden oluşan dizi serüveni şeklince yayınlanmıştır. Biraz daha konuyu ele aldığımda; BBC yapımı bir doğa belgeseli olan Planet Earth teknik ve ekibi sağlam temele dayanıyor. BBC Earth’ın yıllanan elaman kadrosu artık işin ehli konumunda işlerini yapar olmuş. İlk kez 2006 yılında BBC'de yayınlanan belgeselimiz David Attenborough tarafından seslendirmiştir. Türkiye'de Yeryüzü olarak yayınlanan belgesel 29 Eylül 2006 tarihinden itibaren NTV kanalında Levent Dönmez ‘in seslendirmesi ile izleyiciyi buluşturmuştur. Yüksek görüntü kalitesiyle hazırlanan ve yayıncılıkta bir çığır açan belgesel dizisinin bölümleri ise şöyle:
  1.       Bir Kutuptan Diğerine
  2.       Dağlar
  3.       Tatlı Su
  4.       Mağaralar
  5.       Çöller
  6.       Buz Dünyaları
  7.       Büyük Ovalar
  8.       Ormanlar
  9.       Sığ Denizler
  10.       Mevsimlik Ormanlar
  11.       Derin Okyanus

       BBC One kanalındaki ilk gösteriminde 8,7 milyon kişinin seyretmesiyle %32,1 izleme oranına sahip olan belgesel, BBC Two kanalındaki tekrarlarında bile 3,2 milyon kişi tarafından izlenerek %15,7’lik bir izlenme payına ulaşmıştır. Gelen olumlu tepkiler BBC ekibini harekete geçirmiş olmalı ki 10 yıl sonra ikinci serisini paylaştı. Bugünün teknolojik şartları bir önce ki serinin şartlarından kat be kat artmış durumda olması ikinci serisine ayrıca bir anlam kazandırıyor. Belgesellerin sonunda ki günlükler kısmı ise en çok hoşlandığım yerler. Ekibin nasıl çalıştığı, duyguları ve zorlukları daha samimi bir hava katmış doğrusu. Şimdilik ufak bir fragmanını yazımın altında bulabilirsiniz. Fakat daha kapsamlı izlemek için temin edinmeniz şart. Her birini büyük zevkle izleyeceğiniz belgesellerin detaylarını dipnotta görebilir ve göz atabilirsiniz[i].


20 Şubat 2017 Pazartesi

Yaratılmışlıktan Yaratıcılığa


The Maker

       The Maker, Christopher Kezelos yönetmenliğinde çekilmiş altmış festivalde görüntülenmiş ve yirmi iki tane ödül almış efsane bir kısa film. Bu kısa filmi izlerken ilk başta filmde yalnızlık ve karamsar hava seziliyor. Tek başına bir odada gördüğümüz bir tavşan, kendisine karşıt cins bir tavşan yaratmaya çalışıyor. Çünkü beş dakika otuz saniyelik bu kısa filmin yaklaşık 4 dakikasında erkek tavşanın, dişi tavşanı yaratıp diriltmeye çalışmasını ve bunu zamanla müzikle birleştiren tavşan harikalar yaratıyor. Öyle anlaşılıyordu ki erkek tavşanın, dişi tavşanı hayata getirebilmesi için kısıtlı bir vakti var. Kum saati dolmadan dişi tavşanı canlandırması gerekiyor. Elindeki kitaptan izlemesi gereken adımları takip eden erkek tavşan, arada zamanı da kontrol etmeyi unutmuyor biliyor ki zaman ikisinin de sonu olabilir. Yılmadan süreci sonuna kadar ilerleten erkek tavşan, dişi tavşanın canlanması karşısında elleriyle dişi tavşanın ellerini tutar ardından ona sarılır. Ancak birkaç saniye devam eden bu sarılma sonrası erkek tavşan dişi tavşanın eline bir kitap tutuşturur ve kum saatinin tam dolduğu esnada erkek tavşan yok olur. İşte tam bu yok olma sahnesinden sonra konunun yalnızlık teması yerini yaratıcılığa yaratıcıdan yaratıcılığa dönüşünü izleriz. Ben bu düşünceler içerisindeyken, dişi tavşan için kum saati yeniden dolmaya başlar. Paul Halley’in Winter adlı müziği yeniden başlar ve film biter. Kısa film burada bitti ama ardında bıraktığı soru işaretlerinin ardı arkası kesilmez.

Acaba bu tavşanların neslini devam ettirebilmelerinin tek yolu mu? Kendi soylarının devamı için hayatta oldukları beş dakika boyunca, bir tavşan mı yaratmaları gerekiyor? Ölmeden yeni bir tavşan yaratmak şüphesiz tavşanların soylarının devam etmesini sağlıyor. Fakat o anda hayatta olan o tavşan, yeni bir tavşan yaratıyor oluşunun türlerinin devamına olan katkısının ne kadar farkında dersiniz? Bir düşünsenize; birden bir tavşan olarak hayata geliyorsunuz. Karşınızda size çok benzeyen ve muhtemelen sizi yaratmış bir tavşan var. Bu tavşan önce ellerinizi tutuyor daha sonra size birkaç saniye sıkıca sarılıyor. Bu sarılmanın ardından yaratıcınız olan bu tavşan, elinize bir kitap tutuşturuyor. Kitabı elinize aldıktan sonra odanın içerisindeki bir kum saatinin süresinin bittiğine şahit oluyorsunuz ve tam o anda karşınızda duran bu tavşan, muhtemelen hayatınız boyunca tek göreceğiniz canlı, yok oluyor. Hayata dair hiçbir fikriniz yok. Bildiğiniz tek bir şey var. Sizi bir tavşan yarattı ve bu tavşan ölmeden hemen önce elinize bir kitap verdi daha sonra kum saatinin süresinin doluşuyla birlikte yok oldu. Aniden sahip olduğunuz yekpare bilgiye bir yenisi ekleniyor. Az önce süresi dolduğu için yaratıcı tavşanın ölümüne sebep olan kum saati, kendiliğinden ters çevrilerek yeniden dolmaya başlıyor ve müzik çalmaya başlıyor. Bu durumda ne yapardınız?

  Sorularını ve cevaplarını içinde barındıran bir kısa film. Yönetmenin daha başarılı yapımları olmuştur; The Maker birincisi ise Zero da ikinci sırada gelir. Çok derinlemesine baktığımda tarafımda uyanan ister istemez dini bir gönderme ve zaman okuma anlama icraat arasına sıkışan insanların hayat serüvenini görüyorum. Daha fazla kurcalamıyor yorumları sizlere bırakmak üzere alt sayfa da ki kısa filmimize geçiyoruz.



19 Şubat 2017 Pazar

Bizim Dünya'mız



Belgesel Kuşağı – Baraka

      Geçen dönemlerden kulüp etkinliği olarak düzenlediğimiz bir belgesel sunuyorum bugün sizlere. Hayatımın büyük bölümünü kaplayan belgeseller daha iyi anlatıcılar olabilmekte. Bu serüvende sizlerle zaman zaman belgesel paylaşımı yapacağım.

      Yedinci Sanat Sinema Kulübü olarak bu hafta doğayı sizlere taşıdık. Bu belgeselimiz bilinen diğer belgesellerden farklı bir çizgisi olduğunu izlediğiniz zaman anlayacaksınız. Sadece fotoğraflarla sanat yaratma dediğimiz bir olayla karşı karşıya kalacaksınız. Teknik ve felsefenin harmanlanması ile oluşmuş bir başyapıt. Baraka herhangi bir kişinin yorum veya seslendirmesini içermeyen bir belgeseldir. Doğal olaylar, hayat, insan etkinlikleri ve teknolojik fenomenleri içeren görüntü dizilerinden oluşur. Yönetmen koltuğunda hiç de bu işlere yabancı olamayan hatta kendini bir başka belgeselde de ismini duyurmuş; Ron Fricke. 1992 yapımı olan belgesel 96 dakika boyunca dünyanın farklı coğrafyalarından 6 kıtaya yayılan 24 ülkede 14 aylık sürede çekilmiştir. Eşsiz manzaraları gözler önüne seren yönetmen fotoğraflarla harikalar yaratmış. Felsefe ile fotoğrafı ve sinemanın aynı dokuda bulunduğu bir belgesel film. İnsan çağlar boyunca aklını kullanarak dünya üzerinde ki her şeye hakim olmaya çalıştı.



     Bu serüvende doğal yaşama uyum sağlayamadı bu durum doğanın ahengini yıpratıp bozdu. Aralıksız devam eden bir insan macerası insan evrimi. İnsanlık doğaya, okyanuslara, dağlara kendi çıkarı ile yetinmeyip çıkarı olmayan sadece zevk ve diğer duygularının tatmini için doğanın düzenini farkında olarak bozuyor. Hayatın güzel yanlarını, doğa manzaralarını, kültürel farklılıkları -ama ne farklılık!- hayatın inişli çıkışlı yönlerini, fakir-zengin polemiğini ve düzensizliği kendi üslubu ile yoğuran Ron Fricke, vermek istediği mesajda oldukça başarılı bir yöntemle sergilemiştir. Yeryüzü ve insan ilişkisini deneysel açıdan ele alan film, özellikle doğa görüntüleri açısından izleyicisine görsel bir şölen yaşatmaktadır. Yönetmenin 2011 yapımlı Samsara belgeseli devam nitelindedir.

      Ellerimizle kirlettiğimiz dünya artık can çekişiyor. Bunu nadir gözlemleyen nadir yönetmenlerdendir kendisi, Ron Fricke. Çözümün ne olduğunu bizlere bırakıyor. Bizler düşünerek yaptıklarımızı tekrar düşünerek sağlıklı bir yaşam sürdürebiliriz. Aynı zamanda fotoğraflarla bir anlatım olan yorumsuz ve sessiz çığlık olan Baraka bizleri yetenekli bir dünya sunuyor. Bireysel olarak birçok şeye merakım vardır. Bunlardan biride fotoğrafçılık. Benim için kadraj o çerçeve ile neler anlata bilirim sorusu ile dolaşmak demek. Dünyanın birçok yerlerinde bu manzaraları ayaklara sermek herkesin istediği bir şey olsa gerek. (En azından umudum bu yönde) İsteyenlerin özel bir şekilde sitesinde detaylarına ulaşabilir[1]

Sinemanın Hikayesi - Dünden Bugüne

    Siyah Beyaz Kuşak – Sinemanın Hikâyesi       1800’lü yılların sonunda yeni bir sanat formu keşfedildi. Hayallerimize benzi...